“Ve bilmezdi Leda, upuzun saçlarıyla, zeminin bu kadar
titrek, bacaklarınınsa güçsüz olduğunu...”
Topalladı. Yürümekte gittikçe daha çok zorlanıyordu artık.
Canını sıkan diğer nokta, beyazın içinde görmekte zorlandığı herşeyin, belki de
varolmamasıydı. Fırtına bitmiyordu. Fırtına geçmiyordu. Her seferinde “bu son
sarsıntı” zannedip attığı her adım, daha da ağırlaşan külçeler gibi yere mıhlıyordu
onu. Ama az kalmıştı.
-
Gözlerini açık tutmakta zorlanırken ilerlemeye devam etti.
Hayır hayır!...Henüz değildi...Hissetmediği ellerine, son kez yerindeler mi
diye bakıp karanlığa daldı. El yordamıyla hızlanırken başı dönüyordu.
İlerledikçe aydınlanan dar yol, huzur zerreleri saçmaya başlamıştı üzerine artık...Şimdi anlaşmaya varabilirdi
gözleriyle,madem ışık vardı...Bakacaklardı.
-
Gittikçe genişlemeye başlayan yolun sonu, onu bir boşluğa
çıkardı. Öyle sessiz ve ve kırılgan hissetti ki, “en sessiz” ve “en kırılgan”ın
kendisi olduğunu zannetti. Ve boşluk, ona haddini bildirmekte gecikmedi. Etten
tırnağı söker gibi sarkıtlarından kurtulmaya başladı ilgi açı buz yumağı. Teker
teker yer çekimine yenik düşerken her bir parça, ince tınılarla yankılar
oluşturdular beyaz mağaranın içinde. Ağlayıp ilgi isteyen beyaz boşluk,
mızmızlanmasının onu haksız çıkaracağını gözden kaçırdı.
Bu sesi duyan Leda, onurunu kırmak istemezcesine mağrur,
susmaya devam etti. “En sessiz” olduğuna artık emindi.
Zamanı geliyordu, hissediyordu. Kemiklerinin kırılması ve
tuz buz olup ölmek için tanrılara o kadar çok dua etmişti ki, büyük bir acıyla
çıtırdamaya başlayan başparmağı sessizliğini alt edip onu da yenik gösterecek
diye üzülmedi. Hem... tuz buz olmak için doğru yerdeydi.
-
Acısı arttıkça mı daha çok çıtırtı geliyordu kulağına yoksa
yalnızca çıtırtının sesi mi kırıyordu kemiklerini bilmiyordu...
Bir anda bir gölge dikkatini dağıtınca acısı kesildi Leda’nın. Çilesine öyle iyi
adamıştı ki kendini, silkelenip sakinleşince acı hissetmedi hiç....Zerafetin
vücut bulmuş hali tüm nezaketiyle karşısındaydı sanki...
-
Hala inanırcasına, hala masumiyet varmışcasına hissetti
Leda, güzel gözlü iri kuğunun karşısında. O kadar temiz, o kadar parlak ve
narindi ki gözyaşlarını saklayamadı Leda. Yerinden doğruldu. Ona doğru
ilerlemeye başladı. Kuğu ürkekti, kuğu kırılgan...”Ben...” dedi Leda
bencilliğinden utanıp “Ben seni kaybetmiştim...”
-
Onu korkutmadan sarılmak istedi kuğuya...”Tamam” dedi
Leda...”Zarar vermeyeceğim ki sana.” Bir anda gözgöze geldiler. Hareket etmeden
baktılar birbirlerine. Kuğu geriye doğru birkaç adım attı ancak ardından
sokulmaya başladı Leda’ya...Yaklaştı...daha çok yaklaştı...Ne kadar çok
yaklaştığını farkedemeyecek kadar çok yaklaştı.
-
Sersemlemiş, iri kanatlar çarpıyor hâlâ,
Ensesi gagasında, bir hamleyle ansızın,
Kalçaları okşanıyor karanlık bir ağla,
Göğsüne basıyor çaresiz göğsünü kızın.
Şaşkın kararsız parmaklarla kurtarabilir mi
Açılmış bacaklarını tüylü debdebeden?
Ve nasıl duymayabilir çarpan tuhaf kalbi,
Kalıp da bembeyaz hücumun içinde beden?
Yıkılmış hisar, yakılmış çatı ve kule
Beldeki bir ürpermeden doğar orada
Ve ölür Agamemnon.
Böylesi yakalanıp
Havanın vahşi kanıyla yönetilirken böyle
Yerlere düşürüvermeden hoyrat gaga
İlmini mi kuşandı kudretiyle onun?
W.B. YEATS
(Osman Tuğlu çevirisi)
Peter Paul Rubens (1598-1600)
“Tüyleri güzel
değildi artık. “
Açık yaralar beliriyordu gövdesinde her hamlesinde, iltihap
sızıyordu soğuk zemine. Hızlanıyordu her hareketi, rahatsız edici sesler
çıkarmaya başlayıp ve bir anda sarsılarak içini dışına çıkardı. Leda gözünü
açtığında bütün kemikleri kırılmıştı.
“Ve Leyla
kendi çığlığına uyanırken kısacık saçlarıyla herkesin hayalinde bir deyyus
vardı.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder